Kehf Suresi

Nüzul Yeri Mekke. 110 ayettir.

  • بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

    Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

  • 18:1

    اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا ۜ۔

    (Her türlü) Hamd (ve övgü); kulu (Hz. Muhammed Aleyhisselam) üzerine Kitabı indirip (insanlara açıklatan) ve Onda hiçbir çarpıklık (yanlışlık ve haksızlık) bırakmayan Allah'adır.

  • 18:2

    قَيِّمًا لِيُنْذِرَ بَأْسًا شَد۪يدًا مِنْ لَدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ

    (Bu Kur’an) Dosdoğru (bir Kitaptır) ki, (Allah Onu, inkâr ve isyan ehlini) Kendi katından (gelecek) şiddetli bir azapla uyarıp-korkutmak ve salih amellerde bulunan mü'minlere müjde verip (umutlandırmak) için (indirdi); şüphesiz onlara güzel bir ecir vardır.

  • 18:3

    مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَدًاۙ

    Onlar orada ebedi olarak (mutluluk ve kutluluk) içinde kalacaklardır.

  • 18:4

    وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًاۗ

    (Bu Kur'an) "Allah çocuk edindi" diyenleri (ve teslis=üç ilah akidesi gibi şirke düşenleri) uyarıp-korkutan (İlahi bir mesajdır).

  • 18:5

    مَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِاٰبَٓائِهِمْۜ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۜ اِنْ يَقُولُونَ اِلَّا كَذِبًا

    Bu konuda (hâşâ Allah çocuk edindi iddiasında) ne kendilerinin (şirke sapanların), ne de atalarının hiçbir bilgisi (ve geçerli belgesi) bulunmamaktadır. Ağızlarından çıkan söz ne (kadar da) büyük (ve ağır bir günahtır). Onlar(ın hâşâ Allah çocuk edindi iddiaları) sadece yalandır (ve iftiradır).

  • 18:6

    فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا

    Şimdi onlar bu (Hakk) söze (Kur'an'a) inanmayacak olurlarsa, belki de Sen, onların peşi sıra esef ederek kendini kahredeceksin (öyle mi ve buna değer mi? Bu nedenle imandan ve İslam’dan nasibi ve liyakati olmayanları kendi haline bırakmalıdır.)

  • 18:7

    اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا

    Şüphesiz Biz, yeryüzü üzerindeki (canlı ve cansız bütün) şeyleri ona (insana) bir ziynet (lezzet ve menfaat) kılmışızdır; onların (insanların) hangisinin (inanarak) daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye (bu dünya imtihan için yaratılmıştır).

  • 18:8

    وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يدًا جُرُزًاۜ

    Biz gerçekten (yeryüzü) üzerinde olanları (bütün bitki ve hayvanları dilersek) kupkuru-çorak bir toprak yapabiliriz. (O zaman insanlar çaresizlik içinde bocalayıp kalacaktır.)

  • 18:9

    اَمْ حَسِبْتَ اَنَّ اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ كَانُوا مِنْ اٰيَاتِنَا عَجَبًا

    (Yoksa) Sen, Kehf ve Rakim Ehlini (sığınılan ve yüzyıllarca sağ bırakılan Mağara ehlini ve kutsal kitaplarda yazılı ve ibretli Hatıra sahiplerini) ne sandın? Ki, bunlar Bizim şaşılacak ayetlerimizden olmaktadır! (Çünkü bunlar Bizim kudretimize nazaran gayet doğal ve kolaydır. Bak: Kehf: 21)

  • 18:10

    اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا

    O gençler, mağaraya sığındıkları zaman: "Rabbimiz, katından bize bir rahmet verip (kutlu amacımıza) ulaştır ve şu işimizden (dolayı sıkıntılarımızı kaldırıp) bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl)” diyerek (yalvarmışlardı).

  • 18:11

    فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِن۪ينَ عَدَدًاۙ

    Böylelikle (o) mağarada nice sayılı yıllar (boyu kalmışlardı), Biz onların kulaklarına (ağırlık) vurduk (derin bir uykuya yatırdık).

  • 18:12

    ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ اَيُّ الْحِزْبَيْنِ اَحْصٰى لِمَا لَبِثُٓوا اَمَدًا۟

    Sonra (mağaradaki) iki gruptan, hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık.

  • 18:13

    نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ

    Biz Sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Onlar hakikaten Rablerine iman etmiş gençler takımıydı (dinleri ve davaları için zalim düzene uymayıp kaçmışlardı) ve Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık.

  • 18:14

    وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا

    Onların kalplerini rabıta ile (sağlam münasebet ve muhabbetle Hakka) bağlayıp güçlü ve metanetli kılmıştık. (Kâfir ve zalim Kralın önünde) Kalkıp dediler ki: “Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başkasını İlah diye çağırmayız (ve sizin bâtıl yollarınıza uymayız. Şayet öyle yaparsak) gerçekten saçmalamış ve sapıtmış oluruz!” (Böylece Kralın ve adamlarının şaşkınlık ve sapkınlık içinde olduklarını vurguluyorlardı.)

  • 18:15

    هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ لَوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍۜ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۜ

    (Ey Kral! Sizin yüzünüzden) İşte şunlar, bizim kavmimiz (olan zavallılar); tutup Allah’tan başka ilahlar edindiler... (Şayet haklı iseler, o putların ve tağutların gerçek ilah olabileceğine dair) Açık deliller getirmeleri gerekmez miydi? Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?” (diyerek putlara ve tağutlara tapmakla Hakk’tan saptıklarını, hiçbir delilleri olmadan körü körüne zalim bir idarecinin peşinde koştuklarını hatırlatıyor ve halkı uyarıyorlardı.)

  • 18:16

    وَاِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ فَأْوُ۫ٓا اِلَى الْكَهْفِ يَنْشُرْ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِنْ اَمْرِكُمْ مِرْفَقًا

    (Bunun üzerine zalim Kralın zulmünden korunmaları için biri onlara şöyle demişti:) “Mademki siz onlardan ve onların Allah’tan başka tapındıklarından (putlarından ve tağuti nizamlarından) ayrılıp uzaklaştınız; o halde (hemen buradan kaçıp, emniyetli ve gizli bir) mağaraya sığının ki, Rabbiniz Kendi rahmetinden (sizin şeref ve şöhretinizi) yaysın ve (şu Hakkı savunmak ve küfre teslim olmamak) işiniz ve gayretinizden dolayı size yararlı şeyler hazırlasın.”

  • 18:17

    وَتَرَى الشَّمْسَ اِذَا طَلَعَتْ تَزَاوَرُ عَنْ كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَاِذَا غَرَبَتْ تَقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ ف۪ي فَجْوَةٍ مِنْهُۜ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِۜ مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا۟

    (Kehf Ashabına mağarada uyurken baksaydın) Görürdün ki, Güneş doğduğunda, mağaralarına sağ yandan yönelir; battığında onları sol yandan keser-geçerdi (sürekli sağa sola çevrilerek vücutlarının ezilmesi önlenirdi) ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğunda (uyuyuvermektelerdi). Bu, Allah'ın (kudret ve hikmet) ayetlerindendir. Allah, kime hidayet verirse, işte hidayet bulan odur, kimi (de küfre ve kötülüğe kaydığı için) saptırırsa onun için asla doğru-yolu gösterici bir veli bulamazsın.

  • 18:18

    وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِۗ وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَص۪يدِۜ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا

    (Mağarada iken baksaydın) Sen onları uyanık sanırdın, (halbuki) onlar (derin bir rüyada gibi) uyumuşlardı. Biz onları (her gün) sağ yana ve sol yana çevirip duruyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. (Oysa) Sen onlara muttali (ve durumlarına vakıf olmak için) üzerlerine varsaydın, (bu sefer ölmüşler zannederek) geri dönüp onlardan kaçardın ve onlardan (dolayı) içini korku kaplardı.

  • 18:19

    وَكَذٰلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَٓاءَلُوا بَيْنَهُمْۜ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْۜ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالُوا رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُٓوا اَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِه۪ٓ اِلَى الْمَد۪ينَةِ فَلْيَنْظُرْ اَيُّهَٓا اَزْكٰى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَدًا

    Derken, aralarında bir sorgulama yapsınlar (ve Allah’ın hikmet ve kudretini kavrasınlar) diye onları diriltip (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: "(Biliyor musunuz, acaba burada) Ne kadar kaldınız?" (Diğerleri) Dediler ki: "(Herhalde) Bir gün veya günün bir(kaç saatlik) kısmı kadar kaldık." (Bu sefer) Diğer bir kısmı: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir..." demişlerdi. "Şimdi içinizden birinizi, (yanınızdaki) bu (gümüş) paranızla, şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek temiz (taze ve tabii) ise, size ondan rızık getirsin. Ama çok dikkatli ve temkinli hareket etsin ve sakın sizi kimseye sezdirmesin" diye uyarmışlardı.

  • 18:20

    اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا

    “Çünkü onlar (şehir halkı) üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi (tanıyıp) taşa tutarak (öldürürler) veya (bâtıl) dinlerine geri çevirirler; bu durumda ise ebedi olarak (felaha) kurtuluşa ulaşamazsınız.”

  • 18:21

    وَكَذٰلِكَ اَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُٓوا اَنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَاَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ ف۪يهَاۚ اِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ اَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِمْ بُنْيَانًاۜ رَبُّهُمْ اَعْلَمُ بِهِمْۜ قَالَ الَّذ۪ينَ غَلَبُوا عَلٰٓى اَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِمْ مَسْجِدًا

    Böylece, Allah'ın va'adinin Hakk olduğunu ve gerçekten kıyametin (öldükten sonra dirilmenin), kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri (ve gözleriyle şahit olup görmeleri) için (o şehir halkına ve sonraki insan kuşaklarına) onları (bir ibret eseri olarak) buldurmuş (ve bırakmış) olduk. (Onların bu mucizevi uyanışlarını görenler) Kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı:) "Onların üstüne bir bina inşa edin, (ki insanlar hatırlayıp hürmetle dua etsinler, gerçi) Rableri onları daha iyi bilir" diyorlardı. Onların işine galip gelen (sözleri geçen)ler ise: "Üstlerine mutlaka bir mescit yapmalıyız" diyorlardı.

  • 18:22

    سَيَقُولُونَ ثَلٰثَةٌ رَابِعُهُمْ كَلْبُهُمْۚ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِۚ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْۜ قُلْ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِعِدَّتِهِمْ مَا يَعْلَمُهُمْ اِلَّا قَل۪يلٌ۠ فَلَا تُمَارِ ف۪يهِمْ اِلَّا مِرَٓاءً ظَاهِرًۖا وَلَا تَسْتَفْتِ ف۪يهِمْ مِنْهُمْ اَحَدًا۟

    (Sonradan gelen kuşaklar) Diyecekler ki: “(Onlar sayı olarak) Üçtüler, onların dördüncüsü köpekleridir.” Ve (bazıları): “Beştiler, onların altıncısı köpekleridir” diyecekler. (Bu,) Bilinmeyene (gayba) taş atmaktır. “(Bir kısmı da) Yedidirler, onların sekizincisi köpekleridir” diyecekler. De ki: “Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında kimse bilemez.” Öyleyse onlar hakkında bu açıkça bildirilenler dışında (gereksiz) tartışmalar yapma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma. (Çünkü insanlar asıl sorumluluklarından kaytarmak için lüzumsuz teferruata dalmaktalardı.)

  • 18:23

    وَلَا تَقُولَنَّ لِشَا۬يْءٍ اِنّ۪ي فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَدًاۙ

    Hiçbir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme. (Zira takdir edilmeyen bir şeyin vuku bulması imkânsızdır.)

  • 18:24

    اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۘ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰٓى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ي لِاَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَدًا

    Ancak: “Allah dilerse" (inşaAllah yapacağım demen lazımdı). Unuttuğun zaman (hemen) Rabbini hatırla (euzü besmeleyi oku) ve de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir bilgi ve başarıya (olgunluğa-rüşde) yöneltip-ulaştıracak (inayet ve hidayet buyuracaktır.)

  • 18:25

    وَلَبِثُوا ف۪ي كَهْفِهِمْ ثَلٰثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا

    Onlar mağaralarında üç yüz yıl kalmışlar ve dokuz (yıl) daha ilave edip katmışlardı.

  • 18:26

    قُلِ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثُواۚ لَهُ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَبْصِرْ بِه۪ وَاَسْمِعْۜ مَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّۘ وَلَا يُشْرِكُ ف۪ي حُكْمِه۪ٓ اَحَدًا

    De ki: (Ashab-ı Kehf'in o mağarada) "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel ve mükemmel görmekte ve ne güzel ve mükemmel işitmektedir. O'nun dışında onların (insanların) bir velisi (gerçek hamisi, sahibi, gözeticisi) yoktur. (Allah) Kendi hükmüne ve hükümranlığına hiç kimseyi ortak yapmayandır!" (Kur'ani emir ve nehiylerini hiç kimse değiştirip kaldıramaz ve geçersiz sayamazdı, buna kalkışanlar da inkârcı ve münafıktır.)

  • 18:27

    وَاتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَۚ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِه۪ مُلْتَحَدًا

    Sana Rabbinin Kitabından vahyedileni oku (anla ve uygula ki kurtulasın). O'nun sözlerini (hükümlerini ve haberlerini) değiştirici yoktur ve O'nun dışında kesin olarak bir sığınacak (makam) da bulamazsın.

  • 18:28

    وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْۚ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا

    Sen de, sabah akşam, (her zaman) O’nun rızasını dileyerek, Rablerine dua edenlerle birlikte (olmaya, hizmet ve ibadet üzerinde durmaya) sabret. Dünya hayatının (geçici ve çekici) süsünü isteyerek gözlerini onlardan (Allah dostlarından) ayırıp kaydırma! (Sakın) Kalplerini, Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi ‘hevâ ve heveslerine’ tâbi olan (ve nefsi arzularına tapan) ve (her) işinde aşırılığa kayan (ve ölçüyü kaçıran) kimselere uyma! (Ki bunun sonu hasarettir.)

  • 18:29

    وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ نَارًاۙ اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَاۜ وَاِنْ يَسْتَغ۪يثُوا يُغَاثُوا بِمَٓاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَۜ بِئْسَ الشَّرَابُۜ وَسَٓاءَتْ مُرْتَفَقًا

    De ki: “Hakk Rabbinizdendir. (Allah'tan başkası, sizin için haklı ve hayırlı olacak dini ve düzeni bilemez ve gösteremez...) Artık (Hakk geldikten ve Kur'an'a davet edildikten sonra) isteyen iman etsin, isteyen inkâr etsin. Şüphesiz Biz zalimlere bir ateş hazırlamışız ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar feryat edip yardım isterlerse, (erimiş maden misali) katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan (pis ve acı) bir su ile (güya) yardım edilirler. (Oysa) O ne kötü (ve bayağı) bir içecektir ve ne kötü (ve aşağılayıcı) bir destektir!

  • 18:30

    اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ مَنْ اَحْسَنَ عَمَلًاۚ

    Şüphesiz iman edip salih amellerle uğraşanlara gelince; Biz gerçekten (böyle her konuda) en güzel davranışta bulunanların (ve sorumluluk bilinciyle yaşayanların) ecrini asla zayi etmeyiz.

  • 18:31

    اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ ف۪يهَا مِنْ اَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَاِسْتَبْرَقٍ مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا عَلَى الْاَرَٓائِكِۜ نِعْمَ الثَّوَابُۜ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا۟

    İşte bunlar için; altından ırmaklar (ve havuzlu şelaleler) akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle süslenip (onurlu ve huzurlu yaşayacaklardır), hafif ipekten (ferahlık verici iç giysiler) ve ağır işlenmiş atlastan yeşil (dış) elbiseler giyip (kuşanacaklardır) ve tahtlar üzerinde kurulup-yaslanacaklardır. (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel yastıklar (koltuklar, tahtlar ve döşeklerdir).

  • 18:32

    وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا رَجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِاَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ اَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًاۜ

    Onlara şu iki adamın örneğini ver (ki ibret alsınlar ve buna göre davransınlar); hani onlardan birine iki üzüm bağı vermiştik ve ikisini hurmalıklarla donatmış, ikisinin de arasında-ortasında (yararlı ve gönül okşayıcı) ekinler bitirmiştik.

  • 18:33

    كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ اٰتَتْ اُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْـًٔاۙ وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًاۙ

    Her iki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında (çağlayan) bir ırmak da fışkırtıp (cennete çevirmiştik).

  • 18:34

    وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌۚ فَقَالَ لِصَاحِبِه۪ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَنَا۬ اَكْثَرُ مِنْكَ مَالًا وَاَعَزُّ نَفَرًا

    (O iki şahıstan) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı (ve şımarıp böbürlenmeye başlamıştı. Bir gün) onunla konuşurken arkadaşına: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlü (ve şerefliyim)" deyip (böbürlenmişti).

  • 18:35

    وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِنَفْسِه۪ۚ قَالَ مَٓا اَظُنُّ اَنْ تَب۪يدَ هٰذِه۪ٓ اَبَدًاۙ

    (Böylece) O, kendi nefsinin zalimi olarak (kibir ve gafletle) bağına girdi (ve): "Bunun (mülküm olan şu bağların, bahçelerin) sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" deyip (gaflete yöneldi).

  • 18:36

    وَمَٓا اَظُنُّ السَّاعَةَ قَٓائِمَةًۙ وَلَئِنْ رُدِدْتُ اِلٰى رَبّ۪ي لَاَجِدَنَّ خَيْرًا مِنْهَا مُنْقَلَبًا

    “Kıyametin kopacağını (ve herkesin hesap vermek üzere mahşere toplanacağını da) pek sanmıyorum. (Ama) Buna rağmen (zayıf bir ihtimal olarak öldükten sonra diriltilip) Rabbime döndürülecek olsam bile, şüphesiz şu (andaki durumum)dan daha hayırlı bir sonuç bulacağım” (düşüncesindeydi.)

  • 18:37

    قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَكَفَرْتَ بِالَّذ۪ي خَلَقَكَ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ سَوّٰيكَ رَجُلًاۜ

    Kendisiyle konuşmakta olan (iman ve vicdan ehli) arkadaşı ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkâr mı ediyorsun?” (Bu açıkça nankörlük alâmetidir.)

  • 18:38

    لٰكِنَّا۬ هُوَ اللّٰهُ رَبّ۪ي وَلَٓا اُشْرِكُ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا

    “Oysa O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam” (diye ikaz etmişti.)

  • 18:39

    وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِۚ اِنْ تَرَنِ اَنَا۬ اَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًاۚ

    (Sana bahşedilen o güzel) Bağına girdiğin zaman, 'Maşaallah, Allah'tan başka kuvvet (ve kudret sahibi) yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan (ne bileceksin;)

  • 18:40

    فَعَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِنْ جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَانًا مِنَ السَّمَٓاءِ فَتُصْبِحَ صَع۪يدًا زَلَقًاۙ

    “Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir de, (seninkinin) üstüne gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir ve böylece (senin çiftliğin kuruyup) kaygan bir taş zemin (ve kupkuru bir toprak parçası) kesiliverir.”

  • 18:41

    اَوْ يُصْبِحَ مَٓاؤُ۬هَا غَوْرًا فَلَنْ تَسْتَط۪يعَ لَهُ طَلَبًا

    “Veya onun suyu dibe (yerin derinlerine) göçüverir de, böylelikle (bir daha) onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.”

  • 18:42

    وَاُح۪يطَ بِثَمَرِه۪ فَاَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلٰى مَٓا اَنْفَقَ ف۪يهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي لَمْ اُشْرِكْ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا

    (Derken) Onun (gafil ve nankör kişinin) ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, (bağının bakımı) uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) ovuşturuyordu. (Çünkü) O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, (ve artık) kendisi de şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiç kimseyi (ve hiçbir şeyi) ortak koşmasaydım! (Ve nankörlük yapmasaydım!)

  • 18:43

    وَلَمْ تَكُنْ لَهُ فِئَةٌ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَمَا كَانَ مُنْتَصِرًاۜ

    Allah'ın dışında ona yardım edecek adamları da ortaya çıkmamıştı, kendi kendine de yardımı dokunmamış (ve bir çare bulamamıştı).

  • 18:44

    هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلّٰهِ الْحَقِّۜ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا۟

    İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) sadece Cenab-ı Hakkındır. O, sevap bakımından da en hayırlı, sonuç bakımından da en hayırlıdır.

  • 18:45

    وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَٓاءٍ اَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَٓاءِ فَاخْتَلَطَ بِه۪ نَبَاتُ الْاَرْضِ فَاَصْبَحَ هَش۪يمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُقْتَدِرًا

    Onlara, dünya hayatının örneğini (şöyle) ver; gökten indirdiğimiz (bir yağmur) suyuna benzer ki, onunla yeryüzünün bitkileri (yeşerip) birbirine karışır (ama sonra kuruyup), böylece rüzgârların savurduğu çalı-çırpı halini alır. Allah, her şeyin üzerinde güç yetiren (Muktedir olandır).

  • 18:46

    اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ اَمَلًا

    (Sizin beğenip böbürlendiğiniz) Mal ve çocuklar, (sadece) dünya hayatının geçici ve çekici-süsü (konumundadır); asıl sürekli (bâki kalacak ve yarar sağlayacak) olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, ümit ve temenni edilecek (yüksek makamlar) bakımından da daha hayırlıdır.

  • 18:47

    وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْاَرْضَ بَارِزَةًۙ وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ اَحَدًاۚ

    (Kıyamette) Dağları (yerinden söküp) yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün (de şaşırıp kalırsın, artık) onları (bütün insanları haşredip) bir arada toplamışız da, içlerinden hiçbirini dışarıda bırakmamışızdır.

  • 18:48

    وَعُرِضُوا عَلٰى رَبِّكَ صَفًّاۜ لَقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۘ بَلْ زَعَمْتُمْ اَلَّنْ نَجْعَلَ لَكُمْ مَوْعِدًا

    (Ahirette insanlar) Sıra sıra saflar halinde Senin Rabbinin (huzuruna) arz olunacaklardır (ve onlara şöyle buyrulacaktır): “Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (şimdi tekrar diriltilip) Bize gelmiş oldunuz. Fakat siz, Bizim size bir kavuşma-zamanı tespit etmediğimizi sanmıştınız (değil mi?)

  • 18:49

    وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِم۪ينَ مُشْفِق۪ينَ مِمَّا ف۪يهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَا لِ‌هٰذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغ۪يرَةً وَلَا كَب۪يرَةً اِلَّٓا اَحْصٰيهَاۚ وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًاۜ وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ اَحَدًا۟

    (Herkesin önlerine bütün amellerinin kayıtlı olduğu) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkârların, onda (amel dosyasında kayıtlı) olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını göreceksin. “Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp her şeyi sayıp-döküyor?” diye (pişmanlık göstereceklerdir. Bütün) yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulacaklar (ve şaşkınlık geçireceklerdir.) Rabbin hiç kimseye (ve hiçbir şekilde) zulmetmeyendir.

  • 18:50

    وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّه۪ۜ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُٓ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُون۪ي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّۜ بِئْسَ لِلظَّالِم۪ينَ بَدَلًا

    Hani meleklere: “Adem’e secde edin” demiştik de, İblis’in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi. O (ise) cinnlerdendi, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı çıkıp (isyana yönelmişti). Bu durumda (hâlâ) Beni bırakıp onu ve soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (İnsi ve cinni şeytanların peşine takılmak) Zalimler için ne kadar kötü bir (tercihtir ve Allah’ın himayesini şeytanın vesvesesiyle) değiştirmedir.

  • 18:51

    مَٓا اَشْهَدْتُهُمْ خَلْقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَا خَلْقَ اَنْفُسِهِمْۖ وَمَا كُنْتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلّ۪ينَ عَضُدًا

    Göklerin ve yerin yaratılışında da, (insan neslinin) kendi nefislerinin yaratılışında da Ben onları (melekleri, cinnleri, şeytanileri ve hiç kimseyi) şahit tutmadım (ve yardım almadım). Ben, (güç ve kudret sahibi sandığınız o) saptırıcıları (şeytani odakları, kendilerine dayanıp) destek sağlayıcı takviye güç edinmeye de (asla ihtiyaç duymayanımdır).

  • 18:52

    وَيَوْمَ يَقُولُ نَادُوا شُرَكَٓاءِيَ الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُمْ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ مَوْبِقًا

    (Allah ahirette kâfirlere:) "Benim ortaklarım sandığınız (ve himayesine sığındığınız) şeyleri (ve süper güç zannettiklerinizi) nida edip çağırın (bakalım!)" diyeceği gün; işte hemen onları davet ve dua edip çağıracaklardır ama onlar, kendilerine cevap ulaştıramayacaklardır. Biz onların aralarında (öyle derin) bir uçurum koyduk (ki asla birbirlerine yardımcı olamayacaklardır.)

  • 18:53

    وَرَاَ الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مُوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفًا۟

    (Mücrim ve münkir kullar) Suçlu-günahkârlar (böylece kahredici) ateşi görmüşlerdir, artık kendilerinin de orayı boylayacaklarını sezmişlerdir; ancak ondan bir çıkış ve kaçış yolu da bulamayacaklardır.

  • 18:54

    وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ اَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا

    Andolsun, Biz bu Kur’an'da insanlar için (ders alınmak üzere) her örnekten çeşitli (misaller anlatıp) açıklamalarda bulunduk. (Ama) İnsanoğlu çoğunlukla (haklı haksız) her konuda (ve boşuna) tartışmaya pek meraklıdır (gerçeği ve görevini bırakıp alâkasız işlerin peşine düşmektedir).

  • 18:55

    وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا

    Kendilerine hidayet geldiği (Peygamber ve Kitap gönderildiği) zaman, (genellikle) insanları iman etmekten ve Rablerinden bağışlanma dilemelerinden alıkoyan şey; ancak evvelkilerin sünnetinin (geçmiş ümmetlerin hak ettikleri felaketin) kendilerine de gelmesini (istemeleri; yani “Bize hiçbir musibet erişmeyecek” gafletine düşmeleri) veya azabın onları ansızın yetişip enselemesi(ni beklemeleri)dir.

  • 18:56

    وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ وَيُجَادِلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَمَٓا اُنْذِرُوا هُزُوًا

    (Oysa) Biz elçileri, müjde vericiler ve uyarıcılar olmak dışında (başka bir amaçla) göndermeyiz. Kâfirler ise, Hakkı bâtıl ile geçersiz kılmak için mücadeleye girişmektedirler. Onlar Benim ayetlerimi ve uyarıldıklarını (azabı) alay konusu edinmektedirler.

  • 18:57

    وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ فَاَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُۜ اِنَّا جَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ تَدْعُهُمْ اِلَى الْهُدٰى فَلَنْ يَهْتَدُٓوا اِذًا اَبَدًا

    Kendisine Rabbinin ayetleri (Kur’an’ın hakikatleri) öğütle hatırlatıldığı zaman (bunlar sıradan insanlar içindir, ben seçkin birisiyim düşüncesiyle) sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdiklerini (daha önce işlediği kötülüklerini) unutan (ve kendini tertemiz sanan) kimseden daha zalim kimdir? (Bu enaniyet ve hıyanetleri yüzünden) Kalpleri üzerine Onu (Kur’an’ı) kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde, kulaklarına da bir ağırlık koyduk (artık kalplerinde ağırlık, kulaklarında sağırlık vardır). Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayete erişemeyeceklerdir.

  • 18:58

    وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِۜ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَۜ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِه۪ مَوْئِلًا

    Senin Rabbin Rahmet sahibi (ve) Bağışlayıcıdır. Eğer, kazandıklarından dolayı onları (bela ve musibetlerle hemen) yakalasaydı, şüphesiz onlara azabı (bir an önce) çabuklaştırırdı. Hayır, onlar için bir (buluşma ve hesap sorma) zamanı elbet vardır, (o gün) O’nun (Allah’ın) dışında asla başka bir sığınak bulamayacaklardır.

  • 18:59

    وَتِلْكَ الْقُرٰٓى اَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِمْ مَوْعِدًا۟

    İşte şu (harabeleri ibret vesikası olarak duran) şehirler (ve kavimler)! Ne zaman zulme saptılarsa Biz onları helak ettik. Ancak yıkımları için de, belli bir vakte kadar onlara mühlet vermiştik. (Onlar bunu kendi hayırlarına ve akıllılıklarına yormuşlardı.)

  • 18:60

    وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا

    Hani, bir vakitler (Hz.) Musa (hizmetindeki) genç adamına (ki isminin Yuşa bin Nun olduğu rivayet edilir.) demişti ki: “(İlmi Ledün sahibi, kader ve hikmet ilmine vakıf Hz. Hızır’ı buluncaya kadar) Hiç durmayıp, ta iki denizin birleştiği (şeriat ve hakikat ilminin kendisine verildiği, müspet ilimlerle manevi ilimlerin birlikte öğretildiği Zat’a da işaret olunabilir) yere ulaşacağım veya bu yolda uzun bir zaman yürüyüp (onu arayıp bulmaya çalışacağım)!”

  • 18:61

    فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا

    Derken (yola çıkıp yürüdüler ve) iki denizin kavşağına vardıklarında (pişirmek üzere tuttukları balığı kokmasın diye, bir su birikintisine bıraktılar). Ancak bu balığı orada unuttular ve balık (sıyrılıp bir iz bırakarak) denizde yolunu tutup (kaçmıştı).

  • 18:62

    فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاۘ لَقَدْ لَق۪ينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَبًا

    Vaktâki (varmaları gereken yere gelip) geçtiklerinde (Musa) genç yardımcısına dedi ki: "Yemeğimizi getir bize ki (karnımızı doyuralım), andolsun bu yaptığımız yolculuktan gerçekten yorulduk (ve iyice acıktık)."

  • 18:63

    قَالَ اَرَاَيْتَ اِذْ اَوَيْنَٓا اِلَى الصَّخْرَةِ فَاِنّ۪ي نَس۪يتُ الْحُوتَۘ وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ وَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِۗ عَجَبًا

    (Asistanı) Dedi ki: “(Eyvah!) Gördün mü? (Dinlenmek ve yağmurdan korunmak üzere) Kayaya sığındığımız vakit, ben balığı (koyduğumuz yerde) unutmuşum. Onu hatırlamamı (veya sana söylememi) gerçekten şeytan bana unutturdu. (Ve balık) Şaşılacak biçimde denizde yolunu bulup sıvışmıştı.”

  • 18:64

    قَالَ ذٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِۗ فَارْتَدَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمَا قَصَصًاۙ

    (Bu itirafı duyan Hz. Musa) Dedi ki: “Tamam, işte (zaten) aradığımız da buydu!” (Çünkü ulaşmaya çalıştıkları Zat’ı, balığın denize kaçtığı yerde bulacakları kendilerine vahyolunmuştu.) Bunun üzerine (kendi) izlerini takip ederek tekrar (dinlendikleri ve balığı unutuverdikleri) yere geri dönüp (araştırmaya başlamışlardı).

  • 18:65

    فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا

    (Derken orada) Kullarımızdan bir (seçkin ve erişkin) kul buldular ki, Biz ona katımızdan (üstün bir) rahmet (nimet ve fazilet) vermiştik ve Kendi tarafımızdan (çok özel) bir ilim (gayb ve kader bilgisi: İlmi Ledün) öğretmiştik. (Hadis-i Şeriflerde bu Zat’ın Hz. Hızır olduğu anlatılmaktadır.)

  • 18:66

    قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا

    (Hz.) Musa, ona (Hızır’a): “Sana öğretilen ilimden; rüşdüme kavuşmam (ve tam olgunlaşıp gerçeğe ulaşmam) için, bana da öğretmek üzere, size tâbi (ve talebe) olabilir miyim?” diye (sormuşlardı).

  • 18:67

    قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا

    O (Zat, Hızır AS) ise: “Doğrusu, sen benimle birlikte kalmaya ve (yaptıklarıma katlanmaya) asla sabredip dayanamazsın!”

  • 18:68

    وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْرًا

    (Bu halini de pek yadırgamam ve kınamam) Çünkü iç yüzünü bilmediğin (hikmet ve hakikati öğretilmediğin) bir şeye, nasıl sabredip dayanacaksın?” diye (hatırlatmıştı).

  • 18:69

    قَالَ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ صَابِرًا وَلَٓا اَعْص۪ي لَكَ اَمْرًا

    (Hz. Musa cevaben:) “İnşaallah beni sabredici (bir öğrenci) olarak bulursun ve hiçbir konuda senin emrine ve işine karşı gelmeyeceğime (söz veriyorum)” diyerek (ricasını tekrarlamıştı).

  • 18:70

    قَالَ فَاِنِ اتَّبَعْتَن۪ي فَلَا تَسْـَٔلْن۪ي عَنْ شَيْءٍ حَتّٰٓى اُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا۟

    (Bunun üzerine Hızır da:) “Eğer sen bana tâbi (ve talebe) olacaksan, (o halde) hatta ki ben herhangi bir konuda açıklama yapmadıkça, sen bana hiçbir şey sormayacaksın (ve karşı çıkmayacaksın)” diye (uyarmıştı).

  • 18:71

    فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا رَكِبَا فِي السَّف۪ينَةِ خَرَقَهَاۜ قَالَ اَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ اَهْلَهَاۚ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا اِمْرًا

    Böylece (anlaşınca) kalkıp birlikte yürüyüp gittiler. Nihayet (bir nehir, boğaz veya denizden karşıya geçmek üzere ve kendilerini parasız aldıkları halde) gemiye bindikleri vakit (Hz. Hızır) gemiyi (bir tarafından) delip hasar bıraktı. (Bunu gören ve sabredemeyen Hz. Musa: “Ne kötü ve tehlikeli) Hayret verici bir iş yaptın. İçindekileri batırıp boğmak için mi gemiyi yaralayıp delik açtın?!” diye (itiraza kalkıştı.)

  • 18:72

    قَالَ اَلَمْ اَقُلْ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا

    (Hz. Hızır:) “Sen benimle olmaya asla sabredip dayanamazsın, dememiş miydim?” diye (ikazını tekrarlamıştı).

  • 18:73

    قَالَ لَا تُؤَاخِذْن۪ي بِمَا نَس۪يتُ وَلَا تُرْهِقْن۪ي مِنْ اَمْر۪ي عُسْرًا

    (Hz. Musa:) “Beni, unutarak (bozduğum bir ahdimden) dolayı kınama ve sana (talebe olup bazı gaybi gerçekleri ve hikmet bilgilerini öğrenmem) konusunda (lütfen) güçlük çıkarma!” diyerek (özür beyanında bulunmuşlardı.)

  • 18:74

    فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا نُكْرًا

    Yine yürüyüp (hikmet ve ibret) yolculuğuna devam ettiler. Derken (arkadaşlarıyla oynayan) bir erkek çocuğuna rast geldiler. O vakit, (Hz. Hızır) o çocuğu (kenara çekip) öldürüverdi. (Bu sefer yine dayanamayan Hz. Musa: “İşlediği cinayetten dolayı) Bir cana karşılık olmadan (ve hiçbir suçu ve sorumluluğu bulunmadan, böyle masum bir çocuğu) öldürdün ha!.. (Hayıf ve hayret!) Gerçekten, çok çirkin (ve cezası çetin) bir iş yaptın!” diye (kızgınlıkla karşılamıştı).

  • 16. Cüz

  • 18:75

    قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا

    (Hz. Hızır:) “Eh, ben sana; doğrusu sen benimle (birlikteliğe) sabredemezsin demedim mi?” diye (yeniden uyardı).

  • 18:76

    قَالَ اِنْ سَاَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْن۪يۚ قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنّ۪ي عُذْرًا

    (Hz. Musa: “Ne olur bağışla ve beni bırakma) Eğer bundan sonra bir daha (işine karışır ve) sana (itiraz yollu) bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlığını (sohbet ve irtibatını) kes… Çünkü o takdirde, beni (sahabelik ve talebelikten) azletmeye geçerli bir mazeretin olacak” diye (son bir fırsat talebinde bulunmuşlardı).

  • 18:77

    فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَيَٓا اَهْلَ قَرْيَةٍۨ اسْتَطْعَمَٓا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا ف۪يهَا جِدَارًا يُر۪يدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُۜ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْرًا

    Tekrar yola koyulup yürüdüler. Derken bir belde halkına uğrayıp, onlardan yiyecek istediler. Ama onlar, kendilerini misafir etmekten çekindiler. (Oradan ayrılırken yol üstünde) Yıkılmak üzere olan harabe bir duvara rast geldiler, (Hz. Hızır hemen işe koyulup o duvarı tamir etti ve) düzeltti. (Hz. Musa ise:) “Eğer isteseydin, bu yaptığın işe karşılık bir ücret alabilirdin! (Bizi misafir etmekten çekinen böylesine cimri bir topluma bu iyiliğin ne gereği vardı?” diye sormuşlardı.)

  • 18:78

    قَالَ هٰذَا فِرَاقُ بَيْن۪ي وَبَيْنِكَۚ سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْو۪يلِ مَا لَمْ تَسْتَطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا

    (Bunun üzerine Hz. Hızır:) “İşte bu (son itirazın) artık ikimizin arasının açılmasının ve ayrılmamızın (sebebidir). Ama şimdi sana, (o itiraz ve isyan ettiğin ve) sabretmeye tahammül edemediğin şeylerin te’vilini (iç yüzünü, kader ve gayb hikmetini) haber vereyim” buyurmuşlardı.

  • 18:79

    اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْبًا

    “O (deldiğim) gemi var ya; denizde çalışan bazı yoksulların (geçim kaynağı) idi. Ben onu (kasıtlı olarak) yaralayıp deldim. Çünkü onların ötesinde (peşlerinde), her sağlam gemiyi zorla gasp eden bir hükümdar (fırsat beklemekteydi. Hasar verdim ki, bu gemiye tenezzül etmesin. Onun yoksul olan sahipleri de, kolayca tamir edip işlerine devam etsin.)

  • 18:80

    وَاَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ اَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَش۪ينَٓا اَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًاۚ

    (O öldürdüğüm) Oğlan çocuğuna gelince: Anne ve babası mü’min (ve hayırlı) kimselerdi. Bu çocuğun ileride bunları azdırması ve küfre kaydırması (yolundaki İlahi ikaz ve işaretle) duyduğum haşyet ve endişe (üzerine, manevi emirle onu öldürüverdik.)

  • 18:81

    فَاَرَدْنَٓا اَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِنْهُ زَكٰوةً وَاَقْرَبَ رُحْمًا

    “Ve böylece: Rablerinin bunun (oğlan çocuğunun) yerine, onlara (ahlâki ve akli) temizlik (ve seçkinlik)te daha hayırlısını, merhamet ve şefkate daha yakın (İslamiyet’e ve insaniyete daha yatkın) olanını vermesini diledik.” (Öldürülen çocuk da, cehennemden kurtulup cennete gidecektir.)

  • 18:82

    وَاَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَت۪يمَيْنِ فِي الْمَد۪ينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ اَبُوهُمَا صَالِحًاۚ فَاَرَادَ رَبُّكَ اَنْ يَبْلُغَٓا اَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَاۗ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۚ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْر۪يۜ ذٰلِكَ تَأْو۪يلُ مَا لَمْ تَسْطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًاۜ۟

    (O ücretsiz tamir ettiğimiz) Duvara gelince: (Burası,) O kasabadaki iki yetim oğlanın (malıy)dı. (O duvarın) Altında, onlara ait olan (kendilerine miras ve emanet bırakılan) bir define-hazine vardı. Babaları da salih (bir insandı). İşte bu yüzden, Rabbin diledi ki, o çocuklar rüşdlerine erişinceye ve kendi hakları olan hazineye sahiplik edinceye kadar (bu duvar yıkılmasın ve hazine başkalarınca kapışılmasındı). Bu, Rabbinden bir rahmet (inayet ve hikmet sebebi ve sonucu) idi… Ben bunların hiçbirini kendiliğimden (nefsi heves ve hedefimden) yapmış değilim. İşte senin sabretmeye takat getiremediğin bu işlerin te’vili (gerçek nedeni, hikmet ve hakikati ve kader bilgisi) bu idi” demişti. [Not: Bu kıssada, Hz. Musa şeriat ve adalet ölçülerini takip etmekte, Hz. Hızır ise İlahi Kader ve Hikmet Gizemini temsil ve tebliğ etmekteydi. Yani Mevlâ’mız bizlere Hz. Musa ile Hz. Hızır hadisesiyle bazı musibet ve felaketler sürecinde zahiri hükümlerle amel etmeyi, ama gizli kader hikmetiyle düşünüp değerlendirmeyi öğretmekteydi.]

  • 18:83

    وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنْ ذِي الْقَرْنَيْنِۜ قُلْ سَاَتْلُوا عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًاۜ

    (Ey Resulüm!) Sana Zu’l-Karneyn (iki boyut sahibi zat) hakkında sorarlar. De ki: “Size, ondan 'öğüt ve hatırlatma olarak' (bazı bilgiler) aktarıvereceğim.”

  • 18:84

    اِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْاَرْضِ وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًاۙ

    Gerçekten, Biz ona yeryüzünde (ve göklerde) sapasağlam bir imkân ve iktidar bahşettik ve ona her şeyden bir sebep (çözüm çaresi ve manevi teknoloji projesi) verdik.

  • 18:85

    فَاَتْبَعَ سَبَبًا

    O da, (bu hikmetli ve etkili sebeplere uyarak, her konuda uygun) bir yol tuttu. (Bir sebebe, plan ve projeye tâbi olup gitti.)

  • 18:86

    حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًاۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا

    Sonunda Güneş’in battığı yere kadar ulaştı ve onu kara çamurlu bir kaynakta batmakta iken buldu; onun yanında bir kavim gördü. Dedik ki: "Ey Zu'l-Karneyn, (duruma göre davran, istersen onları) ya azaba uğratarak (sert yöntemler kullanarak hizaya sokarsın) veya içlerinde güzelliği (iyilik ve şefkati geçerli ilke) edinerek (ıslahına çalışırsın, artık sen bilirsin)."

  • 18:87

    قَالَ اَمَّا مَنْ ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ اِلٰى رَبِّه۪ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُكْرًا

    (Zu’l-Karneyn) Dedi ki: "Kim zulüm (ve isyan) ederse biz onu cezalandıracağız, sonra (o) Rabbine döndürülecek (hak ettiği karşılığı görecektir. Eğer küfre ve zulme sapmışsa) O da onu görülmemiş bir azapla azaplandırıverecektir."

  • 18:88

    وَاَمَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَٓاءًۨ الْحُسْنٰىۚ وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ اَمْرِنَا يُسْرًاۜ

    “Her kim de iman (ve itaat) eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz.”

  • 18:89

    ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا

    Sonra (yine) bir yol tuttu. (İlahi öğretiyle edindiği yüksek teknolojik vesileler ve harika yöntemlerle yol alıp durdu.)

  • 18:90

    حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلٰى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِهَا سِتْرًاۙ

    Sonunda Güneş’in doğduğu yere kadar ulaştı ve onu (Güneş’i), kendileri için bir siper kılmadığımız (Güneş’in aşırı hararet ve enerjisinden etkilenmeyecek şekilde yarattığımız) bir kavim üzerine doğmakta iken buldu.

  • 18:91

    كَذٰلِكَۜ وَقَدْ اَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا

    İşte böyle, onun yanında (eşyanın aslını oluşturan ve tarafımızdan kendisine ilham buyrulan) özü kapsayan bir bilgi olduğundan (haberdar idik ve yanında olup-biten her şeyi) Biz (ilmimizle) büsbütün kuşatıvermiştik.

  • 18:92

    ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا

    Sonra bir yol (daha) tuttu. (Başka sebep, hikmet ve teknolojilere uydu.)

  • 18:93

    حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِنْ دُونِهِمَا قَوْمًاۙ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا

    Vaktâki iki seddin (belki de farklı enerji boyutlarının ve katmanlarının) arasına kadar ulaştı, onların (sedlerin) önünde hemen hemen hiçbir sözü kavramayan (farklı yaşam ve iletişim koşulları bulunan) bir kavim buldu.

  • 18:94

    قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰٓى اَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا

    Dediler ki: “Ey Zu’l-Karneyn, gerçekten Ye’cüc ve Me’cüc (denen fitne ve fesat sürüleri) bu yerde (ülkemizde) bozgunculuk çıkarıyorlar, bizimle onlar arasında bir sed inşa etmen için sana vergi ödeyelim mi (ne dersin)?”

  • 18:95

    قَالَ مَا مَكَّنّ۪ي ف۪يهِ رَبّ۪ي خَيْرٌ فَاَع۪ينُون۪ي بِقُوَّةٍ اَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًاۙ

    (Zu’l-Karneyn) Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkân; sizin verginizden) daha hayırlıdır. Madem öyle, siz bana (bedeni) güçle (işçilikle) yardım edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir sed (engel) kuruvereyim.” [Bu ayet; emek, sermaye, proje ve teknoloji ortaklığına da işarettir.]

  • 18:96

    اٰتُون۪ي زُبَرَ الْحَد۪يدِۜ حَتّٰٓى اِذَا سَاوٰى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انْفُخُواۜ حَتّٰٓى اِذَا جَعَلَهُ نَارًاۙ قَالَ اٰتُون۪ٓي اُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًاۜ

    (Haydi) “Bana demir kütleleri getirin” (dedi). Nihayet iki dağın arası eşit düzeye gelince, “Körükleyin” dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra) dedi ki: (Şimdi) “Bana (bulup) getirin de, üzerine eritilmiş bakır dökeyim.”

  • 18:97

    فَمَا اسْطَاعُٓوا اَنْ يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا

    Böylelikle, (tehlikeli ve teknolojik güç sahibi zalimler, oluşturulan tunç ve bronzdan daha sağlam engeli bir daha) ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler. [Not: Bu anlatılanlar yeryüzünün bir bölgesinde gerçekleşmiş olabileceği gibi, gökler âleminde ve enerji-elektrik boyutlu sistemlerde de geçmiş olabilir. Teknoloji ilerledikçe bu tür Kur’ani haber ve hadiseler daha iyi anlaşılır hale gelecektir.]

  • 18:98

    قَالَ هٰذَا رَحْمَةٌ مِنْ رَبّ۪يۚ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ رَبّ۪ي جَعَلَهُ دَكَّٓاءَۚ وَكَانَ وَعْدُ رَبّ۪ي حَقًّاۜ

    (Zu’l-Karneyn) Dedi ki: “Bu (marifet ve teknikler) benim Rabbimden (özel) bir rahmettir. Rabbimin va’adi (ve vakti) geldiği zaman (kıyamet öncesi), O bunu (seddi) dümdüz edecektir, (böylece Ye’cüc ve Me’cüc tepelerden -göklerden- hücuma geçeceklerdir.) Rabbimin va’adi Hakk’tır (ve gerçekleşecektir).”

  • 18:99

    وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ ف۪ي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًاۙ

    Biz o gün, (Ye'cüc ve Me'cüc’ün ve kâfirler sürüsünün) bir kısmını bir kısmı içinde ve izdiham halinde dalgalanırcasına onları serbest bırakıp salıveririz. (Derken) Sur'a da üfürülmüştür, artık onların (bütün varlıkların, özellikle mükellef tutulanların) tümünü bir araya toplayıp getirmişizdir.

  • 18:100

    وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِلْكَافِر۪ينَ عَرْضًاۙ

    Ve o (kıyamet) günü, inkâr edenlere (sonsuz bir pişmanlık ve perişanlık duyacakları) bir sunuşla, cehennemi (tam da hak ettikleri bir aşağılama ve intikam alma) ile göstermişizdir. [Dikkat: Bazı hadis ve haberlerde; bundan sonraki ayetlerde; Ahir Zaman’ın Fitne Başı sayılan ve Deccal-Süfyan olarak tanıtılan Din İstismarcısı Sahte Kahramanların ve Marazlı Münafıkların riyakâr tavırları ve tahribatları anlatıldığı bildirilmektedir.]

  • 18:101

    اَلَّذ۪ينَ كَانَتْ اَعْيُنُهُمْ ف۪ي غِطَٓاءٍ عَنْ ذِكْر۪ي وَكَانُوا لَا يَسْتَط۪يعُونَ سَمْعًا۟

    Onlar ki, Benim (tabiattaki ve Kur’an’daki ayetlerimi) zikrimi ve öğütlerimi görme (ve yaratılış gayelerini yerine getirme) hususunda (sanki) gözleri perdelenmişti. Ve (Kur’ani gerçekleri) dinlemeye asla tahammül edemezlerdi.

  • 18:102

    اَفَحَسِبَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنْ يَتَّخِذُوا عِبَاد۪ي مِنْ دُون۪ٓي اَوْلِيَٓاءَۜ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِر۪ينَ نُزُلًا

    O (gafiller ve) kâfirler, Beni bırakıp (dinimi dejenere eden ve çevresinde kurtarıcı geçinen bazı) kullarımı veliler (mürşitler ve mehdiler) edindiklerini mi zannetmişlerdi? Gerçekten Biz cehennemi (böylesi) kâfirler için bir (azap) durağı olarak hazır etmişizdir.

  • 18:103

    قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْاَخْسَر۪ينَ اَعْمَالًاۜ

    (Ey Resulüm!) De ki: “(Görünüşte çok hayırlı ve yararlı sanılan ama pek çok) Amelleri bakımından (ahirette) en fazla hüsrana (zarar ve ziyana) uğrayacak olan kimseleri, size haber vereyim mi?”

  • 18:104

    اَلَّذ۪ينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا

    “Ki onların, dünya hayatındaki bütün amelleri (hem dünyaya yönelik çalışmaları hem de ahiretle ilgili riyakâr ve istismar hazırlıkları) boşa gitmiştir. Halbuki, kendileri güzel (ve gerekli) şeyler yaptıklarını sanıvermektelerdi.”

  • 18:105

    اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَٓائِه۪ فَحَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَلَا نُق۪يمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَزْنًا

    İşte bunlar (inanmış görünmelerine rağmen gerçekte) Rablerinin ayetlerini (ve Kur’ani hükümlerden işlerine gelmeyenleri) ve Allah’a kavuşup (hesap vereceklerini kalben) inkâr edenlerdi. Bu yüzden onların bütün amelleri boşa gitmiştir (ve heder edilmiştir). Artık bunlar için, kıyamet günü terazi-mizan da kurmayacağız. (Çünkü gerçekten ve gönülden iman ederek, Kur’ani prensipleri izleyerek ve Allah’ın rızasını gözeterek, hayatlarına yön vermemişlerdir. İman değil, ihtimal üzerine işlenen hayırları da fayda etmeyecek ve tartılmaya layık görülmeyecektir.)

  • 18:106

    ذٰلِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَرُسُل۪ي هُزُوًا

    İşte (işlerine gelmeyen bazı Kur’ani hükümleri ve insanî yükümlülükleri) inkâr etmelerinden, (bazı) ayetlerimi ve elçilerimi (gereksiz gösterip) alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir.

  • 18:107

    اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلًاۙ

    (Ama samimiyet ve teslimiyetle) İman edip salih amellerde bulunanlara gelince... (Allah’ın rızası ve Kur'ani yasaları doğrultusunda yaşam sürüp huzura kavuşanlar ise;) Firdevs cennetleri onlar için bir kutlu ‘konaklama’ (ve ebedi mutluluğu yakalama) yeridir.

  • 18:108

    خَالِد۪ينَ ف۪يهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا

    (Mü’minler) Onda (cennette) ebedi olarak kalıcı olup (yerleşecekler) ve ondan (cennet ortamından) asla ayrılmak istemeyeceklerdir.

  • 18:109

    قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا

    De ki: “Rabbimin kelimelerini (sonsuz bilgi hazinesini, Kur’an’ın işaret ettiği hikmet ve hakikatleri yazmak) için deniz mürekkep olsa, (hatta o deniz yetmeyip) yardım için bir mislini daha getirip ona katsak; (yine de) Rabbimin kelimeleri (bilgi ve hikmetleri) tükenmeden önce elbette deniz tükeniverirdi.”

  • 18:110

    قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا

    De ki: “Şüphesiz Ben, sadece sizin benzeriniz olan bir beşerim; ancak Bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyedilmektedir. (Ben size Allah’ın emirlerini tebliğ etmekteyim.) Kim Rabbine (O’nun rahmetine, cennetine ve rü’yetine) kavuşmayı umuyor (ve arzuluyor)sa, artık (İslami, insani ve milli görevlerini, meslek ve memuriyetini tam ve sağlam yaparak) salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi O’na ortak etmesin (insanlara gösteriş ve riyakârlık yapıp amellerini boşa vermesin).”